Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen İsrailoğulları peygamberlerinden biri.
Yahuda kabilesinden İsa (Yasa)’nın sekizinci oğludur.
İnsanoğlu yoldan çıkıp da bataklığa düştükçe, yüce Allah, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar bu peygamberler vasıtasıyla uyarılmıştır. İsrailoğullarına da peygamberler gönderilmiştir. Onlar, umumiyetle bu peygamberlere isyan hatta ihanet etmişlerdir.
Hz. Musa’nın vefatından sonra, yine İsrailoğulları isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Musa’nın Allah’tan getirdiği akîdeyi terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti.
Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrailoğullarının idaresi Yuşa’ya kaldı. İsrailoğullarını çölden çıkararak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Yakub’un yaşadığı Ken’an bölgesi olup, İsrailoğulları için mukaddes ülke sayılır.
İsrailoğulları Hz. Musa’nın vefatından sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika Kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrailoğulları Amâlika ile yaptıkları bir savaştan mağlup çıktılar. Kendilerini toparlayarak yeniden bu düşman ile çarpışmak istediler. Yüce Rabbimiz onların bu durumunu şöylece anlatmaktadır: “İsrailoğullarından bir cemaat Musa’dan sonra peygamberlerine: “Bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım” dediler. Peygamber. “Size muharebe farz olunursa korkarım ki, savaşmazsınız” dedi. Onlar: “-Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurdumuzdan ve evlatlarımızın yanından çıkarıldık” dediler. Onlara farz kılındığında, birazı müstesna olmak üzere, savaştan yüz çevirdiler. ” (el-Bakara, 2/246)
“Peygamberleri onlara: Allah, Teâlâ size hükümdar olarak gönderdi dediğinde, onlar: O, bize nasıl hükümdar olur? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Onun malı da çok değildir. dediler. Peygamber. “Allah onu, sizin üzerinize namaz kıldı. Ona ilimde ve cisimde fazlalık (üstünlük) verdi. Allah, mülkü dilediğine verir. ” (el-Bakara, 2/247).
İsrailoğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu sandığa “Tâbût”* adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût (Golyat)’ın eline geçmişti. İsrailoğulları bunun acısını duyuyorlar, fakat Tâlût’un da hükümdarlığına itiraz etmekten geri kalmıyorlardı.
“Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığına alamet; size, içinde Rabbiniz tarafından sekînet ve Musa ailesi ile Harun ailesinin mirası bulunan Tâbût’u meleklerin yüklenip getirmesidir. Eğer siz iman edenlerdenseniz, bunda sizin için ibret ve mûcize vardır. ” (el-Bakara, 2/248). Tâbût’un İsrailoğullarının eline geçmesi onları yüreklendirdi. Yeniden toparlanarak Amâlika kabilesi üzerine yürüdüler. Tâlût, İsrailoğullarına öğütte bulundu. Onlara şöylece seslendi: “Allahu Teâlâ sizi bir nehir ile imtihan ediyor. O nehirden içen benden değildir. Ondan eli ile ancak bir avuç içen bendendir” dedi. Onların pek azı müstesna, diğerleri içti. Tâlût ile iman edenler nehri geçtiklerinde: Bugün Câlût ve askerlerine karşı duracak takat bizde yoktur dediler. Allah’a kavuşacaklarını bilenler. Nice az bir topluluk vardır ki, Allah’ın izni ile daha çok olana galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir. ‘ dediler. ” (el-Bakara, 2/249)
Amâlika ordularının başında Câlût (Golyat) bulunuyordu. Câlüt’un ordusuyla karşı karşıya gelen mümin kitle şöyle dua etti: “Ya Râb, üzerinize sabır ve sebat ihsan eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavme karşı bize yardım et. ” (el-Bakara, 2/250)
Tâlût’un ordusunda Dâvûd (a.s.) bulunuyordu. Dâvûd (a.s.), Hz. Yakub’un neslinden idi. İsrailoğullarından olan Dâvûd, daha küçük yaşta bir delikanlı iken, hak davanın amansız düşmanı, zorba ve güçlü ordulara sahip olan Câlût ile yaptığı mücadeleyi kazanmış ve bu savaşta Câlût’u sapan taşıyla öldürmüştü. Bu olayda Allah’a tevekkül eden müminlerin zalimleri nasıl yendiği gösterilmektedir.
Câlût, zalim zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allahu Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zahiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla vukû bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O’nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allahu Teâlâ’ya aittir. İnsanlar ise vazifelerini yerine getirmek, Allah’u Teâlâ’ ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah’ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların ölmesini istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zalim diktatörün ölümünü, daha genç bir bir delikanlı iken Hz. Dâvûd’un eline verdi. Burada Allah’u Teâlâ’nın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût’dan sonra mülkü Hz. Dâvûd’un almasını ve onun yerine oğlu Süleyman (a.s.)’ı varis kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd (a.s.)’ın gücü, Câlût’u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu.
“Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.” (el-Bakara, 2/251).
Câlût’un öldürülmesiyle Amâlikalılar bozguna uğradılar, darmadağın oldular. Bu olaydan sonra halk, Hz. Dâvûd (a.s.)’a daha çok sevgi ve saygı göstermeye başladı.
Tâlût’un ölümünden sonra yerine Dâvûd (a.s.) geçti. Ona hem yönetim, hem peygamberlik verildi; “…Dâvûd’a dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız.” “Ona, sizi savaşın Şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz, şükrediyor musunuz ki?” (el-Enbiya, 21/78, 80)
“Andolsun Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar, onunla beraber tesbih edin ve ey kuşlar (siz de). Ve ona demiri yumuşattık.”, “Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim. diye vahyettik.” (Sebe, 34/10-11). Hz. Dâvûd (a.s.) hakkında Kur’ân-ı Kerim’den gelen rivâyetler; Dâvûd’un çok güzel bir sesi olduğunu, kendisine verilen Zebur’u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıklarını bildirmektedir. Zebur dört büyük semâvî kitaptan birisi olup, yüzelli sûreden ibarettir. Bu kitap, şer’î hükümleri taşımadığı için Hz. Dâvûd, Hz. Musa’nın şerîatı ile hükmetmiştir.
Yahudi kaynaklarında Hz. Dâvûd’un, Mizmar denen bir musiki âleti çaldığı kayıtlıdır. Kur’ân’da da: “(Her taraftan) gelen kuşlar da ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı “, “Onun mülkünü kuvvetlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık konuşma, güzel konuşma vermiştik. ” (Sad, 38/19-20) buyuran Allah, aynı sûrenin 21. âyetinde, Hz. Dâvûd (a.s.) zamanında olan bir hâdiseyi de, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e şöyle haber vermiştir: “Dâvûd’un yanına gelmişlerdi de, onlardan korkmuştu. Korkma dediler, Biz, iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet. Zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür. ” (Sad, 38/22)
Kur’ân’da anlatıldığına göre bunlar iki kardeştiler. Birisinin doksandokuz koyunu, ötekinin bir tek koyunu vardı. Böyle iken doksandokuz koyunu olan öteki kardeşinin tek koyununu ister, aralarında tartışma çıkar. Tek koyunu olanı bu tartışmayı kaybeder. Hz. Dâvûd (a.s.)’a müracaat ederler. O, davacı olanlardan birini dinler, ötekini dinlemeden hükmünü verir. Bunu da Allah’u Teâlâ’nın kendisini imtihanı sanır. Ancak bu yaptığı hareket sebebiyle Allah’dan mağfiret dileyip secdeye kapanır, tövbe eder. Allah, onu affettiğini bildirir ve ona şu vahyi indirir: “Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma. Sonra seni Allah yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlara, Allah’ın hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin bir azap vardır. ” (Sad, 38/26)
İsrailoğulları, Hz. Dâvûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Dâvûd (a.s.) Kudüs’ü fethetmiş, kendisine başkent yapmıştı.
Hz. Dâvûd, hem hükümdar, hem peygamberdi. Bir nimet olarak bu iki özellik ona verilmişti. O, İsrailoğullarını kırk yıl yönetti ve Rabbine kavuştu. Hz. Dâvud (a.s.)’ın yerine oğlu Hz. Süleyman (a.s.) geçti ve ona da peygamberlik geldi. Hz. Dâvûd, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.
Abdullah b. Amr’dan rivâyetle, Abdullah, her gün gündüzleri oruç tutar, geceleri de (nâfile) namaz kılardı. Onun bu durumu Rasûlullah’a bildirildiğinde Hz. Peygamber onu çağırdı ve şöyle buyurdu: “Bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd (a.s.)’ın orucudur.”
Bir başka rivayette ise, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’u Teâlâ ya en sevimli oruç, Dâvûd (a.s.)’ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur. Üçte birinde (nafile) namaz kılardı. Altıda birinde de yine uyurdu.” (Müslim, Siyam, 183; Nesâî, Siyam, 69).