Yerli yerinde kullanıldığında kibir, hırs, öfke ve nefret gibi duygular dahi insanın kemaline hizmet etmekte, onu, var oluşunun amacına ulaşacak şekilde desteklemektedirler. Bir bütün olarak kainat ‘en mükemmel şekilde yaratıldığı için’ (Secde 7), böyle bir kainatta yersiz hiçbir varlığa tahammül yoktur ve bu kainatın varlığı, yaratılanların yaratıldıkları kanunlara uygun yaşamalarını sağlayacak dengeye tabidir. Bu denge irade sahibi olmayan varlıklar tarafından asla bozulmamakta, bahsi geçen varlıklar her daim bu dengeye ayak uyduracak şekilde var oldukları için varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Sadece insan, kendisine lütfedilen irade ile hareket edip iyi ve kötü arasında tercih yaparak yaşadığı alemin dengesine müdahale edebilmekte, onu kendi arzularından dolayı bozabilmektedir. Kendisine sunulan bu gücü batıl yolunda kullanmaya gayret gösteren insan, salt kendi varlığını değil bütün alemi tehlikeye atmakta, yukarıda bahsi geçen melekeleri ve hisleri yaratılış gayesinden farklı olarak, tekamül için değil de esfele safiline ulaşmak için kullandığından, bütün canlılar içinde var olana zarar veren yegane tür olabilmektedir. Oysa yeryüzünün halifesi olarak tanımlanan insanın, bütün kemallerin neşv-u nema bulduğu arz olması, mükemmel yaratılmış kainatın mükemmel bir örneği olması Allah (c.c.) tarafından istenmiş, bunun gayrısı olmayı tercih ettiği anda ise sonuçlarına katlanacağı da yine Allah (c.c.) tarafından belirtilmiştir. Neden ve niçin yaratıldığı Kur’an’da onlarca ayetle belirtilen ve doğru ile yanlışın izahı yapılıp doğruyu seçmesi kendisinden beklenen insan, attığı her adımın sorumlusu tutulmuştur.
Bu insanın kendinde var olan özelliklere bakarak bu özellikleri hangi yolda ne için kullanması gerektiğine karar vermesi, hayata anlam kazandırması açısından zaruridir. Kinini, nefretini, sevgisini, şefkatini, zekasını, ilmini, öfkesini, hırsını, merhametini vb. duygularını ve yeteneklerini kullanacağı safını iyi belirleyen insan, yürüdüğü yolda kemale doğru harekete geçecek, ya insan-ı kamil olmaya ya da şeytan-ı kamil olmaya yaklaşacaktır. Çünkü her iki yolun da sınırı yoktur ve insan bu yollardan hangisini tercih ederse o yolda bütün ömrünü tüketebileceği bir mesafe bulacaktır. Bu süreçte hakkı kendine yol edinenlerin yarenleri Peygamberler (a.s.) ve ilahi vahiy iken, batılın yolcularının yanı başlarında ise şeytan bulunmakta ve onlara hakka düşmanlığı her fırsatta fısıldamaktadır. Böylelikle şeytan, insandan intikamını almakta, onu yalnız bırakacağı hesap gününde ”(Hesapları görülüp) iş bitirilince, “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim.”‘(İbrahim 22) diyerek kendi akıbetine uğrattığı insana nasıl bir düşman olduğunu ispatlamaktadır.
Böyle bir düşmana sahip olan insanın, hakikate nasıl ulaşacağını türlü burhanlar ile ortaya koyan Allah (c.c.), yarattığı mahlûkuna olan sevgisini de bu şekilde belli etmiş, onu böyle bir imtihan dünyasında kendi başına bırakmayarak ‘kendinden bir ruh ile desteklemiştir.'(Mücadele 22). Ve sevginin kaynağı olarak insanın içine de hakka ve hakikate olan sevgiyi ve muhabbeti yerleştirmiş, bütün varlıklarla münasebetinde içinde bulunan bu kuvveden güç almasını sağlamıştır. O halde tıpkı diğer duygular ve hisler gibi sevgi de, yerli yerinde kullanıldığında alemin nizamının dengede kalmasını sağlayan en temel hislerdendir. Aslında bütün alem bu hissin yansıması olarak varlığını sürdürebilmekte, Yaratana (c.c.) olan sevgi ve Yaratanın (c.c.) yaratılana olan sevgisi, yaşamı var etmektedir. İşte bundan dolayı İslam sevgi dinidir demekteyiz çünkü İslam, yaratılanlara kimin sevilmesi gerektiğini izah etmektedir. Yani içi boşaltılan bir kavram olan ve ulu orta herkese yönelik genel geçer bir kaideymiş gibi sunulan ‘sevmek’ ilkesi İslam’ın elinde terbiye olmakta ve ait olduğu mecraya çekilmektedir.
Neyi, niçin sevmesi gerektiğini bilmeyenler, “sevgi” dahil güzel bütün kavramların düşmanlarının yönlendirmesi ile, nefretin kendilerine yöneltilmesi gerektiği kişileri sevmekte bir beis görmemekte, böylelikle kendilerini ‘insancıl’ olarak nitelendirmektedirler. Bu ‘insanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler.’ Oysa ‘İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır.'(Bakara 165) Çünkü Allah’ı (c.c.) sevmeyenlerin O’nun (c.c.) yarattıklarını gerçekten sevme ihtimalleri yoktur. Bu yüzden süfyanilerin sürekli olarak dillerinden düşürmedikleri ‘yaratılanı severiz yaratandan ötürü’ sözünün göz boyamaktan başka bir anlamı yoktur. Yaratılanı, Yaratan’dan (c.c.) ötürü sevecek olanların, önce yaratılanın derdine derman olması, gözyaşlarını dindirmesi ve hak yolunun düşmanlarının ellerini sıkmaktan vazgeçmesi gerekmektedir.
Oluşturulan zehirli havanın aksine İslam, ne olursa olsun her şeye göz yuman bir din değildir ve zulümleri ile insanlığı etkileyenleri sevilecek varlıklar sınıfında görmemektedir. Kur’an’daki onlarca ayette zulmün, zulme meyletmenin düşmanlık için yeterli sebep olduğu açık şekilde belirtilmiştir ve aslında yine İslam yaratılanlara olan sevgiden dolayı bu tür zalimlere nefreti imanın gereği olarak sunmuştur. Sevgi içinde nefreti de barındırdığından ve bunun tam tersi olarak nefrette içinde sevgiyi barındırdığından İslam kimleri nasıl seveceğimizi özellikle vurgulamış, kimlerden nefret etmemiz gerektiğini de bizlere anlatmıştır. Yani aslında İslam’dan nefret edenler, insanlığa düşman olanlar, batıl cephesinin neferleri bütün bu nefretlerinin içinde şeytana ve onun dostlarına sevgiyi saklamakta ve nefretlerinin kaynağı sevgileri olmaktadır. Tıpkı Allah’ı (c.c.), Peygamberlerini (a.s.), mazlumları ve insanları seven Müslümanların bu sevgilerinin beraberinde, batıla, tuğyana, zulme ve süfyaniliğin bütün var oluş sebeplerine yönelik nefretlerinin olması gibi. O halde İslam, içi boş bir sevgiyi insanlara emretmemekte, kimleri sevip kimlerden uzak durmamız gerektiğini bizlere bildirirken dahi bize olan sevgisini ve merhametini izhar etmektedir.
Öyleyse içimizde bulunan “sevgi” hissini öyle olgunlaştırmalıyız ki bu his, zulümle karşılaştığında nefrete, izzete, direnişe dönüşmeli ve bunların temeli olmalı, mazlumla yüzyüze geldiğinde ise merhamete, alçakgönüllülüğe, isara, diğergamlığa yol açmalıdır. Bir yerde yumruklaşan elimiz, diğer yerde yardım için uzanmalı, zulme meydan okuyan dilimiz, mazluma ümit olmalı, masuma şefkatle bakan gözlerimiz zalime şimşekler salmalıdır. Bireysel hayatımızda dahi bu durum geçerli olmalı, yalnız Allah (c.c.) için sevmeyi ve yalnız Allah (c.c.) için buğzetmeyi kendimize şiar edinmeliyiz. Bilfiil savaş meydanında bulunan bizlerin, hayatın bütün alanlarında, yaratılan bütün varlıklar adına mücadele ettiğimizi unutmamamız, sevdalarımızı ve sevgilerimizi buna göre şekillendirip, varlık aleminin bahçesini ayrık otlarından temizlemek için o bahçenin güllerine olan sevgimizden dolayı nefretimizi kullanmayı bilmemiz zaruridir.
Evet İslam sevgi dinidir. Ve Müslümanlar O’nu (c.c.) severler, O (c.c.) da onları sever. O halde O’nun düşmanlarına ve şeytanın dostlarına karşı savaşmak (Nisa 76) üzerimize farzdır. Bizler dünyevi sevgileri gaye edinmek için yaratılmış olduğunu zannedenler değiliz. Bizler dünyevi bütün nimetlerin ve bu nimetlere olan sevgimizin kaynağının Allah (c.c.) olduğunu bilenleriz. O’nun (c.c.) yolunda İsmaillerini kurban edecek kadar O’na (c.c.) sevgi besleyenleriz. Bunun dışındaki sevgilerin tümü eğer bizi O’na (c.c.) yaklaştırıyorsa farzdır, uzaklaştırıyorsa haramdır.