Yenileniyor
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • K.Maraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

ALLAH’A GÖRE KURTULUŞ ÖLÇÜLERİ

kategorisinde, 10 Eyl 2014 - 16:50 tarihinde yayınlandı
ALLAH’A GÖRE KURTULUŞ ÖLÇÜLERİ

«Mü’minler ile Yahudi, Hıristiyan ve Sabiiler’den Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanıp iyi ameller işleyenler, hiç şüphesiz Rableri katında mükâfatlarını alacaklardır: Onlar için kor­ku yoktur, onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.»(Bakara, 62)
Bu ayetteki mana açıktır. Ayet: düşüncelerinde, akide ve hayatı dini açıdan değerlendirmelerinde farklı yaklaşımlarda bulunan bu dini grupların hepsinin bir tek şartla ahiretteki kurtuluşa kavuşacağını pekiştirmektedir. Söz konusu edilen şart, hepsinin Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman etmeleri ve iyi işler (ameli salih) yapmalarıdır. Burada bir soru sorulabilir. Ayette sözü edilen yöneliş, Ahiretteki kurtuluş ve Allah’ın Rızası için İslam’ın ıstılah anlamından ödün vermeyi ifade edi­yor. Çünkü bu şart yerine getirildikten sonra her grubun, çalışmasında belirgin ve mümeyyiz vasfın muhafaza etmesin­de bir sakınca olmayacağını pekiştirmektedir…
Bazı müfessirler bu soruya cevap vermek için ayetin şu ayetle neshedildiğini söylemişlerdir:
«Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.» (Al-i İmran, 85)
Fakat biz bu cevabı değerlendirmeden kabul etmemeliyiz, çünkü ayetin anlamı diğer ayetlerin manasıyla çelişmiyor ki ikinci ayet biricisini neshedebilsin. Zira ikinci ayetteki İslam’ın anlamından İlahi risaletlerin hepsini kapsayan genel anlam­daki İslam kastedildiği açıktır.
Nitekim ayetin önündeki ayetlerden hareketle burada İslam’ın ıstılah anlamının kastedildiği rahatlıkla söylenebilir.
«Allah katında geçerli olan din İslam’dır.»(Al-i İmran, 19)
İslam’ı Hz. İbrahim’in dini olarak gösteren ayetler de buna delildir:
«Hani Rabbin ona teslim ol, buyurunca O, ben âlemlerin Rabbine teslim oldum dedi. İbrahim bu İlahi buyruğu oğul­larına tavsiye etti. Yakub da: Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti, mutlaka Müslüman olarak ölünüz dedi.»(Bakara, 131-132)
«Sizini dininizi de babanız İbrahim’in dini (gibi geniş kap­samlı yaptı, daraltmadı). O, bu Kur’an’dan önce (ki kitaplarda) da bu Kur’an’da da size ‘Müslümanlar’ adını verdi.»(Hacc, 78)
Yukarıdaki soruya şöyle cevap verilebilir: Ayet-i Kerime, bütün dinlerin esas kabul ettiği ana ilkelere değinmekte ve on­ları pekiştirmektedir. Dinin teori (düşünce) ve pratik (uygula­ma) çerçevesinde Allah’ın mükâfatına ve rızasına kavuşmada ana ilkelere değinmektedir. Burada sözü edilen ana ilkeler di­nin her alandaki ilkelerinin odağını oluşturmaktadır. Ayette, grupların yalnız kendisinin Ahiret Günü’nde kurtulacağını id­dia etmelerinin yanında teori ve pratik olarak akideye kesin bi­çimde bağlanmamaları yadırganmakta, meseleyi bir akide ve amel işi olarak değil de, sırf isimler ve sloganlar şeklinde ele al­mak reddedilmektedir. Ayet-i Kerime iç dinamiği olarak şu aye­tin kapsamına girer:
«Allah’ın vereceği mükâfatı elde etmek, ne sizin ne Kitap Ehlinin kuruntularına göre olmaz. Kim kötülük işlerse ce­zasını görür…»(Nisa, 123)
Yukarıdaki Ayet-i Kerime meselenin bir yönünü aydınlat­maktadır. Meselenin her yönünün ele almadığından genel bir ilke kabul edilmesi doğru olmaz. Bu ilkeyi esas aldığımızda, Kur’an’daki pek çok ayetlerin bu ayetin ele aldığı konunun başka yönlerini açılığa kavuşturmalarına, O’nun anlamını tamamlamalarına hiçbir engel olmadığını görürüz. Mesele, kesinlik kazanan belgelerden ve apaçık delillerden sonra Pey­gamber’e iman etmek Allah’a iman etmenin kapsamına girer.
Çünkü Peygamber’e iman etmemek imanın sağlam ilkele­rine halel getirir, onları sarsıntıya uğratır. İşte bu açıdan söz konusu ayet diğer ayetlerle uyum ve ahenk içine girmekte­dir. Diğer grupları eleştiren ve onları akide ve amel yönünden sapık sayan ayetler bu açıdan aynı temayı işlemiş olurlar.
Düşünce ve eylem planında Yahudilerin ve Hıristiyanların doğru yoldan ayrılmış olmalarından söz eden ayetler onların bu temel yanlışlıklarından ve sapıklıklarından yola çıkarak onları eleştirirken sözünü ettiğimiz ayetin açılamadığı bazı noktalara ışık tutmaktadır.
Şöyle bir yanlışın da akla gelebilir: Peygambere iman, imani anlamı ve akide açısından değeri ve yapısı ile Allah’a iman gibi değildir. Çünkü Allah’a iman, Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme, bizzat akidenin ana ilkelerinden olması nedeniyle kendi başına bir amaçtır. Peygamber’e iman ise böyle değerlen­dirilemez. Çünkü Peygambere iman, Peygamberin risaletine ve salih amellere ulaşmak için bir vasıtadır. Onun içindir ki, Kur’an-ı Kerim, Peygambere imanı, imana davetin her alanı­nda değil, yalnız bu çerçevede olanlarına dikkat çekmekte, pe­kiştirmektedir. Bu bakış açısından hareketle, insanın ahirette kurtuluşunda ana ilke olarak Peygambere imana neden dikkat çekilmediğini anlayabiliriz. Burada Allah’a iman ve Amel-i Salih’in kaydedilmesi yeterli görülmüştür. Çünkü bu iki ilke Allah’a ibadet çizgisinden yürümeyi, Peygamberlerin risaletleri ile sabit olan yasalara ve hükümlere bağlı kalmayı zaten ifa­de etmektedirler. İslam dininin, bütün ilahi siyasetler arasında bir ayrılık, farklılık görmediğini de göz önünde bulundurduğumuzda bu düşünceyi daha geniş kapsamlı anlam imkânını elde ederiz. Çünkü İslam diğer ilahi dinlerle ana ilkelerde çakışmakta, yalnız detaylara ilişkin birtakım farklılıklar göstermektedir. Dolayısıyla bu dinlerden herhangi biriyle uyum sağlamak anlamına gelmektedir. Aynı şekilde bu dinlerin herhangi birinde çizgiden sapmak diğerlerinde de çizgiden sapma anlamına gelmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, “Allah katında geçerli din İslam’dır” ayetinin de dikkat çektiği gibi, bütün Peygamberlikler bir ilkeden, bir tek kaynaktan gelmiş bulunmaktadırlar. Bütün Risaletlerde geçerli olan değişmez ilke karşısında diğer bütün geçici sıfatlar zayıflamakta, sönük kalmakta ve değerden düşmektedir…
«Hani sizden kesin bir söz almış ve Tur Dağı’nı üstünüze çıkararak size verdiğimizi sağlam tutun ve içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız dedik. Bunun arkasından verdiğiniz sözden döndünüz. Eğer Allah’ın, üzerinizdeki fazlı ve merhameti olmasıydı kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. İçinizde cumartesi yasağını çiğneyenleri bilmiş olmalısınız. Onlara aşağılık maymunlara, dönün dedik. Bu cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva sahiplerine öğüt yaptık.»(Bakara, 63-66)
* * *
Bu ayetlerde yine İsrailoğullarına dönüş yapılmaktadır. Akidenin imani ve ameli bağlılıklarına, gereklerine karşı pratik hayatlarında takındıkları korkunç tavırları Allah bu vesile ile hatırlatmaktadır. Yüce Allah, Tevrat’ı indirdikten sonra onlardan bir taahhüt, bir söz almıştı. Kendilerine gönderilen vahyin sorumluluğunu üstlenmelerini, ona bağlılıkta ve davet etmede bu mesaja sımsıkı sarılmalarını istemişti. Durum ve şartlar ne olursa olsun, bunu unutmamalarını, sürekli onu hatırlamalarını talep etmişti. Çünkü Allah’ın emirlerine bağlılık, yasaklarından kaçınma imkânı ve alışkanlığını sağlayan takva melekesini elde etmelerinin biricik yolu buydu. Ne var ki, onlar bütün bunlardan sonra yüz çevirmişler ve bu verilen söze bağlı kalmamışlardı. Onların bu tutum ve tavırları hayatları boyun­ca devam edebilir ve onları hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyebilirdi. Fakat Yüce Allah kendi rahmeti, fa­zileti ve keremiyle onları son anda kurtardı. Dönüş yaptılar. Al­lah’a tövbe ettiler… Ayrıca Yüce Allah onlara cumartesi konu­sun da haddi aşan topluluğu da hatırlatmaktadır. Zamanı’nda onların bağlılıklarını imtihan etmek için onları bu şekilde de­nemişti. Onlar ise bu yasakla oyun oynamaya çalışmışlar, balıkları av­lamak için birtakım oyunlara başvurmuşlardı. Cumartesi günü onları bir yerde toplayıp giriş çıkışlarını kapatmışlar, başka bir gün bu kapalı yerlerdeki balıkları avlamaya gel­mişlerdi. Böylece emre itaat ettikleri imajını verirken sonuçta emre karşı gelmiş ve onu çiğnemiş oluyorlardı. Onun sonucu olarak Yüce Allah, onları aşağılık maymunlar şekline sok­muştur. Onları çağdaşları bulunan toplumlara örnek olarak göstermiş ve onların bu akıbetlerinden ders ve ibret almalarını, kendilerinden sonra gelecek olar nesillere de bir mesaj olma­larını dilemiştir. Bu olaydan ve benzeri diğer olaylardan ders ve ibret alan muttaki, takva sahipleri için ise birer öğüt vermiştir. İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık’tan gelen bir ha­diste onların şöyle dediği ifade edilmektedir:
«Onu görenlere ceza olsun diye» yani o dönemde yaşayan topluluklara ibret olsun diye.
«Sonradan gelenlere» yani bizlere bizler için bir öğüt olsun diye.
İyaşi, tefsirinde rivayet ediyor ki: İmam Cafer Sadık’a «Allah’ın size verdiğine sımsıkı sarılın»ayetini sordum. Buradaki sarılma; bedenlerin maddi kuvveti midir, yoksa kalplerin kuvveti midir? Dedi ki, «Her ikisiyle beraber.» Bu kuvvetin takati ise kararlılık, ciddiyet ve hiçbir şüpheye yer vermeyen kesin inançtır. Tur’a gelince, Mizan’da belirtil­diği gibi Yüce Allah’ın büyük kudretiyle onları korkutmak için başlarını kaldırdığı dağın adıdır.
Bu Ayetlerin Kısa bir Değerlendirilişi
Bu ayetleri değerlendirirken birkaç önemli nokta dikkatimizi çekmektedir:
Birincisi: Herhangi bir Ümmete kitabın gönderiliş Allah tarafından bir sözleşme olarak kabul edilir. Sanki onlar bu ki­tap ile Allah’a söz vermişlerdir. Yüce Allah onların bu kitaba ve muhtevasına bağlı kalmalarını istemiştir. Nitekim insan başkalarıyla yaptığı kişisel anlaşma ve sözleşmelere de bağlı kalmak zorundadır. Bu sözleşmenin önemi ise sırf herhangi bir durumla ilgili değildir. Hayatın her olayını bütün gelişmelerini kapsamına alır. Çünkü kitap, kendi hükümlerine ve yasaları­na göre insanın hem düşüncesini ve hem de hareketlerini, teo­risini ve pratiğini düzenler. Bu nedenle kitabın hükümlerin­den herhangi birini çiğnemek, yapılan sözleşmeyi çiğnemek anlamına gelir. Burada Allah’a verilen sözden sonra Cumarte­si kıssasının hatırlatılmasında da, bir hükmü çiğnemekle, veri­len sözün bütünüyle çiğnenmiş olacağına dikkat çekilmiş olabilir.
İkincisi: Kitap ile muhatap olan Ümmet, Allah’ın kitap ile kendilerine verdiği hükümlere sımsıkı sarılmalı, şehevi duy­guların insanı etkisi altına aldığı kişisel zaaflarına teslim olmamalıdır. Nefsanî duygulardan hareketle kitabın ilkelerine ve hükümlerine bağlılıktan vazgeçmemelidir. İç etkenlere karşı bu tavır ve tutum da direnirken, dış etkenlere karşı da dimdik ayakta durmalıdır. Kitaba bağlılık ona bir takım maddi zarar­ları getirse de, sıkıntılara ve zorluklara katlanmasını gerektir­se de, bu konuda direnmelidir. İmanını menfaatlerine zarar gelmesine rağmen korumaya çalışmalıdır. Bu konuda güçlü ve dirayetli olmalıdır. Yüce Allah ile kulları arasında gerçekleşen taahhüt ve sözleşmeye kesin bağlı kalmalıdır. Burada şöyle bir yaklaşıma varabiliriz: Allah tarafından gönderilen vahyin ha­yatta güç ve kuvvet kazanabilmesi için çalışan insanların bu davanın beşeri alanda en kapsamlı hale gelmesi için daha fazla çaba sarfetmeleri gerekmektedir. Allah’a davet yolunda beşeri gücün oluşmasını sağlamaya çalışmak, ister istemez insanın içinde manevi bir kuvvete neden olur. İnsanların genel havası­ndan etkilenerek kişisel bilinçle çeşitli baskılara karşı koyma azmini oluşturur. Ayrıca mücadele alanında da ona bir güç bahşeder Mü’minler imanlarının gücüyle ayaklanmaya kalkt­ıklarında Allah’ın düşmanlarını bir endişe kaplayacak, Allah’ın dostları olan mustaz’aflar (ezilmişler, mahrum bırakılmışlar) kendileri için bir destek bulacaklardır.
Üçüncüsü: İman; insanın zorunlu veya haram olan işleri yüzeysel bir şekilcilikle değil, fikri, ruhi ve ameli boyutları ile derin bir itaat bilinci içinde karşılamasını zorunlu kılar. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak itaate, realiteye dayalı hedefleri açısından, harfi manası ile bakmayı gerektirir, Bu da düşünceyi, düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktadır. İşte bu nedenle Yüce Allah onları Cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Hâlbuki onlar emrin, harfi manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, Cu­martesi günü avlanmamalarıydı ve onlar bu emre normalde karşı çıkmamışlardı. O’nu aynen uygulamışlardı. Fakat onlar Cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini doğrudan ol­mayan bir yolla elde etmenin bir yolunu bulmuşlardı. İşte bu il­keye bağlı olarak onların hem dünya hem ahiret cezası gerçek­ten katı olmuştur. Çünkü emirlere ve yasaklara bu şekilde yak­laşmak itaatin muhtevasını boşaltır. Hüküm ve hükmü belirle­yen ile alay etmek ve onları hafife almak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, mükellefe (yükümlüye) yasanın hedeflerini sapt­ırabileceği imajının verir. Bu durum ise yasayı belirleyen otoritenin, kanuna muhalefet halinde bile yükümlüye ceza uygula­mayacağı görüşüne neden olur.

Haber Editörü : Tüm Yazıları